3.1 C
New York kenti
Pazartesi, Şubat 24, 2025

Buy now

Almanya seçimleri Avrupa’yı ve küresel siyaseti nasıl etkileyecek ?

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal İnat, 23 Şubat Pazar günü gerçekleşen Almanya genel seçimlerinin sonuçlarının ne ifade ettiğini, AA Analiz için kaleme aldı.

Pazar günü gerçekleştirilen Almanya Federal Meclisi için yapılan seçimlerin sonuçları ülke içinde olduğu gibi Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde merakla bekleniyordu. Zira Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip olan ve dünyada da gayrisafi yurtiçi hasılasının (GSYH) büyüklüğü açısından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Çin’in ardından üçüncü sırada yer alan Almanya, küresel siyasetin önemli aktörlerinden biridir.

Seçimlere dair anketlerde, Friedrich Merz liderliğindeki Hıristiyan Birlik (CDU/CSU) partilerinin yüzde 30 civarında oy oranıyla birinci parti olması ve aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin de yaklaşık yüzde 20 oyla ikinci parti olması bekleniyordu. Seçimlerin kesin olmayan sonuçlarına göre AfD’nin bir önceki seçime oranla oylarını iki kat artırarak yüzde 20 hedefine ulaştığı görülüyor ki aşırı sağcı bu partinin ulaştığı oy oranı Almanya açısından bir skandal anlamına geliyor. Zira Fransa, İtalya ve Avusturya gibi Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde aşırı sağcı partiler yüzde 20’lere hatta yüzde 30’lara ulaştığında Almanya kendisini Avrupa’nın sigortası olarak sunuyordu. Bugün ise aşırı sağcılar Alman siyasal sistemini ciddi şekilde tehdit etmeye başladı.

Bu tehdit, seçimler sonrasında koalisyon hükümetlerinin kurulmasının giderek zorlaşmasında ve kurulan hükümetlerin de erken dağılmasında kendisini açık şekilde gösteriyor. Aşırı sağın yanında, koalisyon görüşmelerinde kapısı çalınmak istenmeyen aşırı sol partilerin de (Linke, BSW) oldukça yüksek oy almaları, geriye kalan partilerin koalisyon kurmasını zorlaştırıyor. Pazar günü yapılan seçimin sonuçları da neredeyse zorlu bir koalisyon dönemine yol açacaktı. Sahra Wagenknecht İttifakı-Anlayış ve Adalet İçin partisi (BSW) ve Hür Demokrat Parti’nin (FDP) barajı geçmesi durumunda üç partili koalisyon gerekecekti. Bu koalisyon muhtemelen CDU/CSU, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Yeşiller arasında olacaktı. Özellikle CSU ile Yeşiller arasındaki görüş ayrılıkları ve karşılıklı sert açıklamalar düşünüldüğünde, böyle bir koalisyonun kurulması çok zor olacaktı.

Ancak BSW ve FDP’nin az farkla yüzde 5 barajının altında kalmasıyla beraber iki köklü parti CDU/CSU ile SPD arasında bir koalisyon hükümetinin (Grosse Koalition) kurulması mümkün görünüyor. Bu da Almanya’nın bir önceki döneme göre daha istikrarlı bir hükümete sahip olma şansını artırıyor. Seçimde birinci parti olan CDU/CSU, “şimdilik” aşırı sağcı AfD ile koalisyon kurmayı kesinlikle reddettiği için bu partinin koalisyon ortağı olarak herhangi bir hükümete girmesi ise mümkün görünmüyor.

– Almanya büyük bir askeri güce dönüşecek mi

Friedrich Merz başkanlığında kurulması beklenen yeni koalisyon hükümetinin en önemli öncelikleri arasında Almanya’nın askeri kapasitesinin artırılması yer alacaktır. Merz’in açıklamaları, sadece Almanya’nın değil aynı zamanda AB’nin de askeri kapasitesinin artırılmasına odaklanacağı ve bunu da birlik içindeki en önemli ortağı Fransa ile yapmayı arzuladığı yönünde şekilleniyor.

Bu çerçevede, dört noktanın altını çizmek gerekir. İlk olarak, Almanya’yı askeri gücünü artırmaya iten faktörlerden en önemlisi, gerek Berlin’in gerekse diğer önemli Avrupa başkentlerinin Donald Trump liderliğindeki ABD’nin askeri desteğine güvenlerinin azalmasıdır. Merz’in, Trump’ın Ukrayna’yı suçlayan açıklamalarının ardından verdiği bir röportajda, “Kendimizi Donald Trump’ın NATO anlaşmasının kısıtlama olmaksızın destek sözünü artık yerine getirmeyeceği gerçeğine hazırlamalıyız. Bana göre, bu nedenle Avrupalıların en azından Avrupa kıtasını kendi başlarına savunabilecek bir konumda olmak için gerçekten büyük çaba sarf etmeleri önemlidir” şeklindeki ifadeleri, müstakbel Alman başbakanının Atlantik’in öte yakasındaki büyük ortağına artık güvenmediğini ortaya koyuyor.

İkinci olarak, Rusya’nın askeri gücünü dış politikanın yürütülmesinde giderek artan oranda bir araç olarak kullanması da Almanya’yı askeri gücünü artırmaya iten bir başka faktördür. Bu noktada, Almanya’nın ve AB’nin, Rusya’dan gelebilecek tehditlere karşı askeri kapasitesini artırması kaçınılmaz görünüyor. Üçüncü olarak, Almanya’nın askeri kapasitesinin artırılmasında en önemli ayağı oluşturacak olan askeri harcamaların artırılması konusunda yeni koalisyon hükümeti ortakları arasında bir tartışmanın yaşanması muhtemeldir. Zira, herkesin savunma harcamaları için bütçeden ayrılacak payın GSYH’nin yüzde kaçına karşılık geleceği konusunda farklı düşünceleri var. Seçimde en çok oyu alan CDU/CSU’nun başbakan adayı Friedrich Merz, gelecek 2-3 yılda bu oranı yüzde 2’ye çıkarma hedefinden bahsederken; CSU Lideri Markus Söder ise Almanya’nın yıllık askeri harcamalarının GSYH’ye oranının yüzde 3-3,5 civarında olmasını talep ediyor. Muhtemel koalisyon ortağı SPD’li Şansölye Olaf Scholz ise bu konuda Merz ile benzer bir görüşe sahip ve yüzde 2’nin yeterli olacağını düşünüyor.

Son olarak, Rusya’nın saldırganlığının arttığı bir dönemde Trump Amerika’sının Avrupalılar açısından “güvenilmez bir müttefik” olarak görünmesi Almanya’da nükleer silahlar karşısında nasıl bir savunma mekanizmasına sahip olunacağı tartışmasını yeniden alevlendirdi. Friedrich Merz, bu konuda caydırıcılık açısından Fransa’nın sahip olduğu nükleer silahların ortak yönetimini öneriyor ve Paris’in de “Fransa’nın nükleer silahlarının Avrupalılaştırılması” (Europeanization of French nuclear weapons) fikrine sıcak baktığını ileri sürüyor. Ancak Fransa’nın kendi nükleer silahları konusunda son karar yetkisini başka ülkelerle paylaşması ihtimali kuşkuludur. Bu noktada, ABD’nin nükleer koruyucu şemsiyesinin kendisi için çalışıp çalışmayacağından endişe eden Almanya için bu mesele bir sorun olmaya devam edecek gibi görünüyor.

– Yeni hükümetin Rusya ve ABD politikası nasıl olacak

Yeni kurulacak Alman hükümetinin Rusya-Ukrayna savaşına yönelik politikasının nasıl olacağına bakıldığında, başbakan olmaya en yakın siyasetçi olan Friedrich Merz’in henüz başbakan olan Olaf Scholz’dan bazı konularda ayrıştığı bazı konularda ise benzeştiği söylenebilir. Öncelikle, Trump yönetiminin Ukrayna politikasından her iki Alman siyasetçinin de rahatsız olduğunu ifade etmek gerekir. Trump’ın Ukrayna’yı ve Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’i hedef alan suçlamalarına karşı çıkan Merz, ABD Başkanının savaşın başlamasından Ukrayna’yı sorumlu tutan söyleminin Putin’in söylemi olduğunu ve “Donald Trump’ın da bu söylemi benimsemiş olmasının kendisini şok ettiğini” ifade etti. Ancak bu durumun artık yüzleşmeleri gereken bir gerçek olduğunu da belirten Merz, Avrupalıların bu konuyla başa çıkmak için ortak bir strateji üzerinde çok hızlı bir şekilde anlaşmaya varmalarının çok önemli olduğunu, Ukrayna konusunda kurulan “müzakere masasında yer almak için rica ve yalvarmanın doğru bir yaklaşım olmadığını ve artık Avrupalıların kendi ağırlığını oluşturması gerektiğini” vurguladı.

Aslında Almanya’nın Scholz döneminde Rusya-Ukrayna savaşı konusunda Joe Biden yönetimi ve Avrupa’daki Atlantikçiler tarafından istemediği bir pozisyona sürüklendiği söylenebilir. Başbakan Scholz, savaşın başından beri daha temkinli bir politika izleyerek ülkesi için oluşabilecek zararları sınırlandırmak istiyordu. Ancak aşırı Rusya karşıtı ve Ukrayna taraftarı bir politika izleyen Biden yönetimi ve onunla birlikte hareket eden Berlin’deki küçük koalisyon ortakları Yeşiller ve FDP, Scholz’u Rusya karşısında daha sert bir tavır almaya zorladı. Bu baskılar nedeniyle Moskova karşısındaki temkinli tutumunu terk edip Ukrayna’ya yardımı ve Rusya’ya yaptırımı artıran Scholz, ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın Ukrayna politikasını değiştirmesiyle zor bir pozisyona düştü. Trump’ın gelişini gören Scholz, Rusya karşısındaki pozisyonunu yumuşatıp önce Putin ile bazı kesimler tarafından çok eleştirilen bir telefon görüşmesi yaptı, ardından da Ukrayna ve onun Avrupa’daki destekçileri tarafından çok istenen Taurus füzelerini teslim etmeme kararında değişiklik olmadığını açıkladı.

Merz başkanlığında kurulacak yeni koalisyon hükümetinin bu konudaki tavrı merak konusudur. Merz, Münih Güvenlik Konferansı’nda Atlantikçi ve Ukrayna’ya yardımın hararetli savunucularının başında gelen FDP’li Marie-Agnes Strack-Zimmermann tarafından sorulan, başbakan olması durumunda Taurus füzelerinin Ukrayna’ya teslim edilmesi iznini verip vermeyeceği sorusuna kaçamak bir şekilde “Avrupa’nın koordine ettiği bir çerçevede” olmak kaydıyla buna taraftar olduğunu söyledi. Ancak Merz, 9 Aralık 2024’te ziyaret ettiği Kiev’de başbakan olması durumunda bu füzeleri Ukrayna’ya teslim edeceğini açıklamıştı. Gerek Scholz gerekse Merz’in tavrından, yeni Amerikan yönetiminin Ukrayna konusundaki politikasını tamamen değiştirdiği şartlarda Almanya’nın da pozisyonunu değiştirmeye istekli olduğu, ancak Washington’un tavır değişikliğinin aşırı radikal olmasının, bu dönüşüme ayak uydurma konusunda Berlin’i zorladığı söylenebilir. Rusya karşısında duydukları güvenlik endişesi de Alman siyasetçilerin Washington’un yeni politikasına ayak uydurmasını zorlaştıran bir başka faktördür.

Avrupa’nın kendi kendini savunacak güce ulaşması, ortak bir savunma stratejisi geliştirmesi ve Almanya’nın askeri kapasitesini geliştirmesi gibi söylemler Alman siyasetçilerin Trump’ın siyasi tarzından duydukları endişeyi yansıtıyor. Ancak Alman siyasetçiler bunların kısa vadede gerçekleştirilmesinin çok zor olduğunu da biliyor. Trump’ın ilk başkanlığı döneminde de Berlin ve Paris gibi Avrupa başkentlerinden bu tür söylemler duyulmuştu. Ancak Biden’ın gelişiyle birlikte Avrupa’nın kendi askeri gücünü oluşturması ve savunma harcamalarını artırması konusu tekrar rafa kaldırılmıştı. Zira, AB içerisindeki Atlantikçilerin de Avrupa’da NATO’ya alternatif güvenlik kurumlarının oluşturulması konusunda ciddi bir direnci söz konusudur. Bu nedenle, Almanya’da yeni kurulacak hükümetin, Trump’ın bütün rahatsız edici tavırlarına rağmen ABD ile güvenlik ve ekonomi alanındaki ilişkileri korumaya özel bir önem göstereceğini tahmin etmek zor değildir. Fakat bir yandan da bu defa gerçekten Almanya’yı askeri açıdan ABD’ye muhtaç olmaktan çıkaracak düzeyde adımlar atmaya başlayıp başlamayacaklarını ise zaman gösterecek. (AA)

SON GİRİLEN İÇERİKLER