-1.5 C
New York kenti
Salı, Aralık 24, 2024

Buy now

1980 yazının sıcaklığında

Mahir Ünsal Eriş’in yeni romanı ‘Tatil Kitabı’ 1980 yazında geçiyor. Arka planda gittikçe artan terör ve siyasi belirsizliklerle acılaşan ama Münevver’in çocuk bakışında yaz sıcağında boş arsalarda yeni arkadaşlarla yaşanmış maceralı ve tatlı günlere dönüşen üç ayın romanı bu.

Deniz GÜNEY

Mahir Ünsal Eriş yılın son günlerinde yeni romanını okurlarıyla buluşturuyor. ‘Tatil Kitabı’, küçük Münevver’in memleketinde geçirdiği 1980 yazını anlatıyor. Okula başlama yaşına yeni gelmiş küçük bir kız çocuğu olan Münevver, Marmara’da bir küçük kasabada yaşayan Koca Hala’nın yanında, onun dostlarıyla çevrili küçük mahallesinde tatlı bir yaz geçirecektir. Yoksullukla, yoksunlukla, arka planda gittikçe artan terör ve siyasi belirsizliklerle acılaşan ama Münevver’in çocuk bakışında yaz sıcağında boş arsalarda yeni arkadaşlarla yaşanmış maceralı ve tatlı günlere dönüşen üç ayın romanı bu. Mahir Ünsal Eriş bu kitabında bir yandan ona büyük ün kazandıran ilk kitaplarındaki dünyaya dönüyor bir yandan da çocuksu bir bakış açısıyla şefkatli, yaşanan gerçeklerin gölgesinde politik, yaz ve insan sıcağıyla yüreklere hitap eden benzersiz bir metin ortaya koyuyor.

Çocuk kahraman kitabın merkezinde ve onun gözüyle anlatılıyor hikâye. Sizin çocukluğunuzdan ne kadar izler taşıyor Tatil Kitabı? 

Doksanlı yıllara kadar memleketin hemen her köşesinin, her katmanının az çok birbirine benzediğini, bu yıllarla birlikte bölgesel ve sınıfsal ayrımların daha derinleştiğini düşünüyorum. Dolayısıyla ben Tatil Kitabı’nın anlattığı zamanı birebir görememiş olsam da öncesinde ve sonrasında, yanında ve yöresinde hemen her noktada benzer çocukluklar yaşandığına inanıyorum. Anne babalarımızla bizim çocukluklarımız, kendi evlatlarımızla çocukluklarımızdan daha çok birbirine benziyor. Doğrudan kendi çocukluğumdan izler taşıyor diyemem ‘Tatil Kitabı’ için ama çok da uzağında biri değilim sanırım. Aşağı yukarı ben yaşlarda ve benden büyük olan hiç kimse için çok uzak değil belki de.

Kitaptaki memleket, karakterlerin hafızasındaki gibi büyülü ve nostaljik bir yer. Ama Münevver için bu yerin zamanla değişen anlamı, sizin memlekete bakışınızdan izler taşıyor mu? Sonrasındaki Münevver’in çocuk gözüyle memlekete dair yaptığı gözlemler, yetişkinler için bir eleştiri ya da ders niteliği taşıyor mu? 

Aslına bakarsanız ben o kadar nostaljik ve büyülü bulmuyorum. Hem anlattığım memleketi hem de kendi belleğimdekini. Daha ziyade, acıklı, mahrum ve boynu bükük buluyorum memlekete baktığımda. Özellikle de askeri darbeyle sekteye uğramış bir yaz tatili için konuşurken buradan nostalji çıkarmaya çalışmak bana biraz nebbaşlık gibi geliyor. Romandaki memleket, imkanlardan mahrum, yoksullukla bilenmiş, korkuyla çevrelenmiş ama yine de sevgi ve bağlılığın muhafazası altında ışıldayan bir yer bana kalırsa. Münevver’in söylediklerine de eleştiri değil, belki şaşkınlığın eseri deyip geçmek lazım. 

MEMLEKET BİR DUYGUDUR 

Memleket algımız için neler söylemek istersiniz? Sizce insanlar “memleket” kelimesine fazla anlam yükleyip gerçekliğini göz ardı mı ediyor? 

Ben memleketin baştan sonra kurgusal bir şey olduğuna inanıyorum. Memleketim saydığım şehrin adının geçmediği tek bir kitabım bile olmadı şimdiye kadar. Ama yıllar sonra döndüğümde orada yaşayamadım. Çünkü memleket bir duygudur bana kalırsa. Doğrudan şehirle, diyarla, ülkeyle anlaşılacak bir şey değil de bir ruh halinin, yürekte bir yerin adıdır. Büyüdüğüm şehirde okuduğum tüm okullar bir bir yıkıldı ya da başka bir şeylere dönüştü. Yani orada talebelik ettiğime dair tek bir fiziki kanıt kalmadı. Fakat yine de beni memlekete çeken her neyse buna engel olamıyor bu durum. Gerçek değil de kurgudan, yalnızca bir duygudan ibaret olduğu için, belki de bazen ölçü kaçırılabiliyor memleket söz konusu olunca. Yani İstanbul’daki tüm umumi alanlara “Aslan Bayburtlu” yazanın da gidip Bayburt’ta yaşamadığı açık. Bir noktadan sonra insan memlekette yaşayamıyor, memleket insanda yaşamaya başlıyor. 

Siz de İngiltere’de yaşıyorsunuz ve bir nevi ‘gurbetçisiniz’ aslında. Günümüzde gurbetçi ailelerin deneyimleri, Tatil Kitabı’ndaki gibi benzer zorluklar ve duygular içeriyor mu? Siz hiç memleket veya gurbet arasında sıkışmışlık duygusu yaşadınız mı? Münevver’in hikâyesine bu açıdan bağlanabilir misiniz? 

Ben yıllardır İngiltere’deyim ama buraya gelmeden önce Türkiye’de de hep bir göçmenlik duygusu taşıyordum içimde. Bir sürü şehirde yuva tuttum, birçok yerinde yaşadım. Fakat romanlara, filmlere baş tacı edilen “gurbet” mefhumunun ne olduğunu kelimenin tam anlamıyla burada yaşamaya başladıktan sonra kavradım. Zaten göçmenlik, gurbetçilik, kesinlikle anlatılanlarla anlaşılacak bir şey değildir. Maruz kalmanız gerekir. İrili ufaklı bir sürü sıkıntıyla, bu yaşa kadar en ufak bir ortaklık paylaşmadığınız insanlar karşısında mücadele vermek ve dönüp ah, diyebileceğiniz yakınlarınızdan mahrum olmak inanılmaz yıpratıcı bir kombinasyon. Rahmetli Sennur Ablanın (Sezer) “Gurbet içimde bir ok / Her şey bana yabancı” dizeleri şiirden ibaret değilmiş özetle. Öte yandan gurbetçiliğin en yıpratıcı tarafı geldiğin yeri de kaybetmek. Yani artık ne oralı ne buralı olmak. Tamamen köksüz, temelsiz, zeminsiz, yurtsuz kalmak. Bu açılardan Münevver’i de ailesini bu ayrılığa iten şeyi de gayet iyi anlayabiliyorum. Kimsenin başına gelmemesini dilerim.

1980 yazının atmosferini canlandırırken hangi detaylara özellikle dikkat ettiniz? O döneme ait bir hikâye anlatmak sizin için neden önemliydi? 

İnsanların birbirleriyle ve fiziksel çevreleriyle vakit geçirebildiği üstelik de bundan çok büyük keyif aldığı bir dönemden bahsediyoruz. Yani bugün mahrum olduğumuz, çoktan unuttuğumuz şeylerden. Buna dair detayların canlı olmasına özen göstermeye çalıştım. Bir diğer kayıp da neşeydi. Kısmen çocukluğumun da rastladığı bu yılların günümüzden en büyük farkı, her şeye rağmen evlere, sokaklara, dükkanlara, taşıtlara hakim olan neşedir sanırım. Gamsızlık değil, alaycılık değil, düpedüz neşe. Eskiden biz daha neşeliydik. Bunu elimden geldiğince anlatabilmek en çok göz önünde tuttuğum şeylerden biri oldu Tatil Kitabı’nda. 

Kitabın adı olan ‘Tatil Kitabı’, hem fiziksel bir nesneyi hem de metaforik bir sınavı çağrıştırıyor. Bu isim, hikâyenin ruhunu nasıl yansıtıyor? 

Dediğiniz gibi Tatil Kitabı aslında bizim kuşağımızın çocukluğuna damgasını vuran bir muvakkat, geçici eğlence aracıydı. Yaz bitince kaybolur giderdi. Buradaki hikâyenin de tüm katmanlarıyla aynı böyle yaz bitince yeryüzünden silinip gidivermesi bana tatil kitaplarını çağrıştırdı yazarken hep. Tatil kitabının kendisi romanın içinde başından beri vardı, ama bizzat kitabın kendisinin de Tatil Kitabı adı alması biraz kendi kendini dayattı diyebilirim bu yanıyla.

RÜYAMDA GÖRDÜĞÜM HİKÂYEYİ YAZDIM

Bir yandan ilk kurgu çocuk kitabınız ‘Bin 9 Yüz Seksen 3’, Doğan Çocuk X-libris etiketiyle yayımlandı. Nasıl çıktı bu kitabı yazma fikri? 

Hiç lafı dolandırmayayım: Rüyamda gördüm. Hatta hayatımda gördüğüm en gerçek rüyaydı. Neredeyse kitapta anlattığım hikâyeyi tamamen rüyamda gördüm. İnsanın orta yaşı geçtikten sonra rüyalarında çok fazla çocukluğunu, çocukluktan tanıdığı insanları gördüğünü okumuştum. Ben de oralardayım ve sık sık böyle rüyalar görürüm. Bu rüyalardan biri o kadar her şeyiyle film gibi, roman gibi geldi ki bana uyanınca unutmamak için not etmek üzere defter başına geçip kendimi Bin 9 Yüz Seksen 3’ü yazarken buldum. Benim açımdan çok keyifli, çok içime sinen bir kitap oldu. Sevgili dost Rewhat Arslan’ın çizimleriyle de çok güzel bir şey çıktı ortaya.

SON GİRİLEN İÇERİKLER