-1.4 C
New York kenti
Pazartesi, Ocak 6, 2025

Buy now

Arzunun zehirlediği bir kasaba

‘Su Kürü’yle çıkış yapan feminist distopyanın gözde temsilcisi Sophie Mackintosh, üçüncü romanı ‘Lanetli Ekmek’te, 1950’lerde yaşanan gerçek bir olaydan esinlenerek iki kadının gerçeklik ile arzuyu nasıl farklı deneyimlediğini, arzunun nasıl her ikisinin de gerçekliğini bulanıklaştırdığını zorlayıcı ama etkileyici bir dille anlatıyor.

Hülya Avtan -Kitapsanat

Kitaplarının özünde, toplumsal cinsiyet politikaları ve bunların neden olduğu acı ve felaketleri anlatan feminist distopyanın gözde temsilcisi Sophie Mackintosh üçüncü romanı ‘Lanetli Ekmek ile sadece yakın geleceği hayal etme konusunda yetenekli olmadığını, aynı zamanda tarihi olayları da ‘çarpıcı’ şekilde yorumlayabilen bir yazar olduğunu gösteriyor. “İstiyorum” demenin arkasındaki çaresizliğin insanı nasıl hasta edebileceğini incelikli bir şekilde işliyor. Savaş sonrası yarı kırsal bir Fransız kasabasında geçen kitap, gerçek bir olaydan esinleniyor. 1951 senesinde küçük bir Fransız köyünde, PontSaint-Esprit’de gerçekleşen kitlesel bir zehirlenmeden. Söz konusu olaya dair İkinci Dünya Savaşı sonrası kimyasal zehir ya da küflü un teorisi gibi çok gerçekçi teoriler olsa da Mackintosh bu olaydan aldığı ilhamı farklı olasılık ve kombinasyonlarla harmanlamayı tercih etmiş. ‘Lanetli Ekmek’e dair ilk söylenecek şey Mackintosh’un anlatılarındaki kendine haslığın bu kitapla iyice netlik kazandığı. Bir erkek elinin kavradığı kadın boğazı imgesi ve bunun çağrıştırdığı cinsel şiddet gibi. Onun anlatılarındaki zamana ve mekâna dair muğlaklık olay örgüsüne aynı zamanda karanlık bir rüya niteliği de kazandırıyor. Ancak bu belirsizlik hikâye dünyasında belirlenen katı ve keskin kurallara tabi. Mackintosh romanlarının en belirgin özelliği anlatının ivmesinin bu köşeli yapıların çözülmesiyle ortaya çıkması: ‘Su Kürü’nde, erkeklerden uzak bir adada yetiştirilen üç kız kardeş erkeklerle karşılaşır. ‘Mavi Bilet’te çocuk sahibi olmanın yasaklandığı bir dünyada bir kadın çocuk doğurmaya karar verir. 

KAYPAK BİR ANLATICI 

Önceki romanlardaki zaman ve mekân bilgisinin muğlaklığının yerine bu kez anlatıcının kaypaklığı geçiyor. Hem kitabın baş kahramanı hem de anlatıcısı olan Eloide, şöyle söylüyor “Gerçekten de tastamam böyle mi oldu? Diyelim ki oldu, neden farklı anlatmayayım? Daha cömertçe? Neden en azından kendime numara yapmayayım? Bilen kimse kalmadı, kimse yalanımı yakalayamaz.” Kasabanın fırıncısının karısı Eloide, zehirlenme vakasından yaklaşık bir yıl sonra deniz kenarında bir nekahet tesisinde anlatıyor hikâyesini. Ona dair edindiğimiz ilk bilgi kocasının ‘şefkatle yoğurduğu hamuru’ bile kıskanacak kadar mutsuz bir evliliği olduğu ve tatminsizliği. Bir gün kasabaya gelen iki yabancı her şeyin başlangıcı oluyor. İsimsiz ve Amerikalı elçi ve onun pırlantalar içinde, baş döndürücü karısı Violet. Resim yapan ve günlerini genelde yataktan çıkmayıp şarap içerek geçiren bu kadın diğer kadınlardan pekâlâ farklı. Oysa kasabadaki pastoral ev yaşamının kendine has kuralları var: Salıları çamaşır günüdür ve kadınlar çamaşırhanede buluşurlar, pazar günleri günah çıkarılır ve yine tüm kadınlar kocalarının işlerine sadakatle yardım ederler. “Bazen” diyor Eloide, “Günlerin tekdüzeliği, kaçınılmazlığı karşısında boğazıma kızgın bir panik sicimi dolandığını hissederdim.” Erkek ve kadınların toplumsal görevlerinin apaçık olduğu bu yaşantının içinde biçilen rollere hiç de uygun olmayan bu çift Eloide’in bu birbirinin tekrarı yaşam döngüsünden çıkma arzusunun harekete geçiricisi oluyor. Elodie, Violet’in hayatına elçinin evindeki bir partiyle girer. Tüm erkeklerin sarhoş olduğu bu gecede Elodie, elçinin mutfakta Violet’i boğmaya başladığını görür, yoksa bu bir yanılsama mıdır? Roman boyunca okuyucunun kendine sorduğu ilk soru bu olacaktır. Violet, Elodie’yi yanına oturmaya davet ettiğinde elçi, neden böyle küçük bir kasabada olduklarını şöyle açıklar: “Bu ülkenin gerçek halkı hakkında daha çok bilgi edinmek önemli.” Ancak, bu çiftin iyi niyetli olmadığı şüphesi de daha bu anda belirir. 

İKİYE BÖLÜNMÜŞ ANLATI 

Alternatif bölümler olarak, Violet’e yazılmış mektuplar aracılığıyla hikâyeye dair daha fazla detay ediniriz. En başından korkunç bir şey olduğunu da bu sayede anlarız. Ancak, Elodie’ye güvenemediğimiz için neyin doğru neyin uydurma olduğunu bilemeyiz. Geçmişin açığa çıktığı doğrudan anlatımlarda ise Elodie, Violet’le olan ilişkilerinin ilerleyişini anlatır; fırına yapılan ziyaretler, ardından elçinin evindeki kişisel davetler, ki Elodie bunları büyüyen bir arkadaşlık olarak görür, ancak sonrasında Violet’in manipülasyonlarını da onunla fark ederiz. Fırıncı, Eloide, Violet ve elçi arasındaki karmaşık arzular ağı ve cinsel gerilim bu ikili anlatım boyunca gitgide yükselir. Violet ve Eloide arasındaki sinsi yakınlaşma bir tür kötülüğü de dışa vurur. Violet zaman zaman yalan söyler ve Eloide’in duygu dünyasıyla oyun oynamaktan haz duyar. Eloide ise en çok ‘görülmek’ ister. Bir yandan Violet’i arzularken bir yandan da görülmek arzusuyla o olmak ister. Onun eşyalarını çalar, yaptıklarını yapar. Bu tekinsiz şiddet, kısa sürede kasabanın geneline de yayılır ve bir grup ölü at, hayaletler ve kendini şenlik ateşine atan bir çocuk gibi sanrılı sahnelere sebep olur. Yavaş yavaş çılgına dönen kasabada işler tamamen kontrolden çıkar. ‘Lanetli Ekmek’, ikiye bölünen anlatısı boyunca ipuçlarına ve tekrar eden ifadelere dikkatle odaklanmayı gerektiriyor. Neyin gerçek, neyin arzunun ‘bilinenin çevresindeki boşluklarında nasıl büyüdüğünü, arttığını’ bilmek imkânsız. Mackintosh, bariz şekilde yeni bir biçime evrildiği yazarlığında, sadece hikâyenin sonunu değil, bu iki kadını ve onların gerçeklik ile arzuyu nasıl farklı deneyimlediklerini, arzunun nasıl her ikisinin de gerçekliğini bulanıklaştırdığını anlamak için de zorlayıcı ama aynı zamanda etkileyici bir anlatı sunuyor.

SON GİRİLEN İÇERİKLER